20 Aralık 2011 Salı

Bir İntihar Güncesi

Çok zaman oldu yazmayalı bir şeyler. Kelimelerimin beni terk ettiği bu vakit uzun süredir devam ediyor. Bir osmanlı şimşiri aldım. Aslında çok param yok; aslında hiç yok. Ama konuşacak bir şeylere ihtiyacım olduğunu düşündüm. Odanın bir köşesinde duruyor şimdi. Yaprakları biraz sarardı, bazılarıysa döküldü. Ellerimle suluyorum ve konuşuyorum. Beni duyduğuna eminim. Cevap vermesi güzel olabilirdi. Ama sadece dinliyor. Berry Joe ise uzun zamandır yok etraflarda. Benden sıkıldı sanırım ve kendini yollara vurdu. Gezsin, dolaşsın. Birgün geri gelecek ve bütün hikâyelerini anlatmaya başlayacak, biliyorum. Özledim...

Sevdiğim bu şehre tutunmaya çalışıyorum. Ama bu o kadar zor ki... Düşme hissiyse herzamanki gibi hâlâ benimle. Allak bullak bir haldeyim. Dışarı çıkmıyorum. Evdeyim. Arada yürümek için çıkıyorum sadece. Yürümeyi çok severim. Kulaklarıma sevdiğim müzikler çalınıyor ve yürüyorum ve müzikleri dinliyorum ve sigara içiyorum ve yürüyorum ve şehri okuyorum ve yürüyorum ve sigara içiyorum ve yürüyorum... Sonra gerisingeri eve dönüyorum. Görüştüğüm kimseler yok. Sevdiğim birkaç kişi var. En son ne zaman gördüm birini, hatırlamıyorum. Beynim yine unutkanlık oyunları mı oynuyor? Bilmiyorum.

Yorgun hissediyorum. Bu, sadece bedenî bir yorgunluk değil. Kendimi çok uzun bir süre devam eden bir savaştan çıkan bir şehrin ortasındaki bombalanmış ve delik deşik olmuş bir bina gibi hissediyorum. Bu şehir ise -garip bir şekilde- Beyrut oluyor hep. Hiç gitmedim oraya. Ama konu Beyrut olunca içimin sızladığını görüyorum. Şehirlerin ruhları vardır. Hepsinin değil elbette. Beyrut'un ruhunun yorgun bir bulut olduğunu düşünüyorum. Tam benlik! Bir gün oraya gitmem gerekiyor. Ne zaman, nasıl giderim, bilmiyorum. Ama gitmeliyim. Hep derim, artık biliyorsunuz: Yollar güzeldir.

Yazının başlığını pırt diye ekledim. Aslında intihar etmek gibi bir düşüncem yok. Ya da tam olarak öyle değil de... Küçüklüğümden beri (Aşağılarda bir "All Alone" yazısı var. Okunmalı.) benimle olan Düşme Hissi (Özel bir admış gibi yazdım. Nedenini bilmiyorum.) ve bununla beraber gelen bir şey sanırım bu. Denedim birkaç kere. Sebep elbette ki "Ölmek istiyorum." değil/di. Ben yaşamayı seviyorum. Ama yaşıyor olduğum hissini de özlüyorum. Tıbbî bir yaşama tabiri değil bu. Kan akıyor. Demek ki yaşıyorum. Ama acı yok. Acı. En sevdiğim kelimelerden biri. Hüzün var bir de. Ve huzur. Ve direniş. Hayatımı bu dört kelime üzerine kurabilirim sanırım. Acı ve hüzün ve huzur ve direniş. Yanlarına başka birkaç kelime de yoldaş olabilir. Bunu düşünmeliyim.

Sen nasılsın peki? Beni boşver. Ben hep düşüyorum. Tutunmaya çalışmayı çoktan bıraktım. Benim adım Düşüş. Sen kimsin?

Yağmur yağıyor dışarda. Yağmuru severim ve bu şehre renklerin değil, renksizliğin yakıştığını düşünüyorum. "Renksizlik"ten kastım siyah, gri ve beyaz elbette. Ama böyle deyince siyaha ve griye ve beyaza haksızlık etmiş gibi oluyorum. Onlar renk değil mi ki?

Bir şeyler yaz bana, arada ses et. Yalnız değilim, biliyorum. Yalnızlık var ya hani... Hem Düşüş var, hem yalnızlık var, hem düşerken yanımdakiler var, hem bulutlar var, hem şehir var... Ama yalnızlık işte... (Bu son cümleler çok garip oldu.)

12 Kasım 2011 Cumartesi

Deliler Güzeldir ve İki Gölge



Vay be!
Kasım çocukları!

Vaktin birinde şöyle yazmışım:
"Bir taraflarında hep hüzün var bu çocukların.

Ellerinde, ayaklarında, saçlarında, yanaklarında, dudaklarında ya da kalplerinde... Biryerlere sinmiş hüzün kokusu var hepsinde. Sanki bir doğum lekesi gibi ne kadar da yıkasalar çıkmayan.

En sevdikleri mevsim sonbahar, en sevdikleri renk siyah, en sevdikleri kelime hüzün belki de. Gülebilmek için çikolata, şeker yiyorlar ve kahve kokusu arıyorlar orda burda. Garipler, çok garipler.

Hüzün kokulu kasım çocukları...
Hepsi birbirinden hüzün çanağı."


Suspiria odasında dumandan gölgeler dans ediyor şimdi turuncu-kırmızı bir kaosun içinde. Kulağıma en sevdiğim melodilerden biri fısıldanıyor ve bizlerden, Kasım Çocukları'ndan birinin horlaması (burada kocaman bir gülücük var)
Soruyorum kendi kendime "İlk içtiğin sigarayı hatırlıyor musun?"
Hatırlamıyorum. Hafızam bana unutkanlık oyunları oynuyor arada. Ancak, siz, iki güzel deli, aklımın bir köşesindesiniz ve hayatımın en orta yerindesiniz. Sizi turuncu-siyah kaoslarım, hiç bitmeyen düşüşüm kadar seviyorum.


Kasım Çocuğu Güzel Kız,
Koş ve elbette ki diren! Biliyorum, güçlüsün. Ve biliyorum ki sade güçlü olmak yetmiyor. O yüzden yanındayız hep. Önünde yürümeye niyetim yok ya da arkandan takip etmeyecem; yanındayım! Bir sigara dumanı kadar ya da bir dal tütün kadar veya en sevdiğin şarkı kadar yanındayım! Ve bu güzel bir şey.
Telaşlı halini, gülümseyişini, koşuşturmanı, tezcanlılığını, düşüncelerini, duyarlılığını ve tabi ki hüznünü seviyorum.
Ben seviyorum seni çokça!

ve
Kasım Çocuğu Güzel Adam,
Kocaman sarılışını seviyorum mesela ve gülüşünü. Ve sanırım horlamalarını da sevebilirim (burda yine bir gülücük var)
Hayal kurabilen insanlara hayranım ben, hayalperestleri severim. Kurduğun hayalleri seviyorum. Ve biliyorum ki, bu adam -yani sen- hepsini teker teker hayalden var edeceksin. Hindistan'a beraber gidemeyebiliriz ya da şu kara kıtadaki uzak ülkede ziyaret edemeyebilirim seni -aslında oraya gitmeyeceksin-. Ama, düşünüyorum da, benim senin yanından ayrılmaya pek niyetim yok. Bir zaman, bir yokuşu inerken, çantanda bir şişe kırmızı şarap, oturup bir sokak kedisini severiz yeniden. Ya da, ne bileyim, yürürüz işte yanyana uzunca. Yanyana yani. Hep. Öyle işte...


Gece.
Müzikler.
Sigara.
Kahve.
Huzur
ve
biraz
da
Hüzün.


Güzelim Kasım Çocukları,
Doğduğunuz günü binlerce kere öpüyorum...


Suspiria odasında turuncu-kırmızı bir gece... Kaosun içinde dans ediyor dumanlar.

Farkındayım, uzattım.
Susmalıyım
ve siz
hep var olmalısınız.
İyi ki...

10 Kasım 2011 Perşembe

Bir Deli ve Binlerce Gölge ve Bir Düşüş

Çok oldu yazmayalı. Kelimelerim beni terk ediyor arada ve ben de bazen unutuyorum onları. Dünyadillerinde konuşamadığım zamanlarda anlaşılamıyorum; anlamıyorlar. O yüzden konuşmak, anlatmaya çalışmak yersiz bir çabadan öteye geçemiyor. Öyleyse susmak yeğleşiyor. Hem susmak da güzeldir...

Zaman ne de çabuk geçiyor. Aslında yılları sorun eden biri değilimdir. Yaşlanmak ya da bir yıl daha büyümek problem değil. Zaman -ve elbette ki yıllar- geçtikçe 'son'a biraz daha yaklaşıyorum. Ve ben hâlâ bu dünyadaki yerimi bulabilmiş değilim. "Dünya'ya neden geldim? Nereye gidiyoruz?" değil sorularım... Bir yer... Virginia Woolf, -özetle- "Kendine ait bir odası olmalı" diyor "insanın". Ait olmak hissi bana hep uzak olmuştur. Hem yollar güzeldir! Ben yollara âşığım. Ama bir 'yer'i olmalı insanın. Ait olmakla ilgisi yok bunun. Durduğu ve oradan insanları, şehri, kalabalıkları ve yalnızlıkları ve sesleri ve gölgeleri ve bulutları; en nihayetinde hayatı izleyebileceği bir yeri...
Ben, işte, o 'yer'i çok özlüyorum ve oraya ulaşamadan 'son'a biraz daha yaklaşmış olmak garip bir his. Oysa ben "Yaşlanıyoruz azizim." derken şaka yapıyordum ki! Biri koskocaman bir kahkaha patlatmış olmalı. "Gülmek güzeldir. İnsanın yüzünden keder kışını def eder." Bu da koca bir yalan sanki. Gülmek sahte de olabilir. E neden güler ki insanlar o halde? Ben bilmiyorum. Sen biliyor musun? Belki o biliyordur. I ıh, ben de bilmiyorum. Sus!

Düşüşümde yanımda olan krallarım, tanrılarım, perilerim ve gölgelerim ve karanlıklarım benimleler şimdi. Turuncu bir japon fenerinin loş ışığı altında tam 24 mumu üflüyoruz beraber. Mumlar sönüyor ve biz düşmeye devam ediyoruz. Sonsuz ve dipsiz ve bitmek bilmez bir düşüş... Burası benim ülkem. Burası benim 'yer'im belki de. Hoşgeldin!

Bir dilek tuttuk. Kalbimiz acıdı. Dilekler gerçekleşmez çoğunlukla, biliyoruz. Biz sadece beraber geçirdiğimiz vakitlerin tadını çıkarıyoruz. Ağzımda çikolata tadı var. Pasta güzelmiş. Teşekkür ederim.

Bu bir düşüş. Karanlık, dipsiz, bitmek bilmeyen bir boşluk ve bir düşüş. Burası benim ülkem. Yalnız değilim hem. Merak etme, üzülme benim için. Hem dedim, burası hep benim! Mutlu muyum?.. Değilim. Ama mutlu olmak zorunda da değilim. Huzurluyum ve hüzünlüyüm. İyiyim sayılır. Dert etme. Merak etme beni. Yalnız değilim. Yanımda, benimle beraber düşen ve sonsuza dek düşmeye devam edecek olan tanrılarım, kraliçelerim, perilerim, gölgelerim, karanlıklarım var. Ben yalnız değilim.

Birsürü yıl geçmiş...

Bir deli...

Bir düşüş...

Ama yalnız değil.
Huzurlu ve hüzünlü.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Illuminate My Heart... Darling!




İçimi ve ruhumu kemiren bütün böceklerle barış imzaladım. Ellerinden tutup hüznün yalnız kırlarında oyunlar oynuyoruz şimdi. Ayaklarımız çıplak ve yemyeşil otlar üzerinde koşturuyoruz. Her adımım "özür" kokuyor. Çünkü çimenler de yaşıyor ve ben her adımımda özür diliyorum onlardan. Biraz kızgın ve biraz da kırgınlar; ama en çok mutlu.

Ruhumu ve içimi kemiren bütük böceklerle oyunlar oynuyorum şimdi. Ama saat 12'ye kadar bunların hepsi. 12'den sonra büyü bozulacak ve ben tekrar bir bulut olacam. Elinizi çabuk tutun, iyice eğlenin. Bulutken buralarda olmam, biliyorsunuz. İki ayağım varken koşturun beni ve iki elim varken ellerimden tutun ve iki gözüm varken bırakın tadayım tüm güzelliklerinizi, kirlerinizi, çirkinliğinizi, sevincinizi ve hâlâ burnum varken hissetmeme izin verin sizi. Ve kızmayın bana, içinizde en çok hamamböceklerini sevdim diye.

Ve güzelim sevgilim,
Aydınlat beni ışığınla ve başımı göğsüne dayıyorum ve her şey iyi ve her şey güzel ve her şey çirkin ve her şey kötü ve kokun dilimde...

Uzak bir şehirde, içinde gökten gölgelerin dans ettiği bir odada, biraz loş bir ışıkta beni ilk öpen "Çavdar kokuyorsun" demişti "ve biraz da toprak"... Sence nasıl kokuyorum? Çavdar mı hâlâ ve toprak mı? Yoksa başka başka şeyler mi?
Sen hayat kokuyorsun, sevgilim. Koskoca ve upuzun bir hayat... İçinde bütün sevinçler, bütün hüzünler, bütün acılar, bütün koşuşturmalar, bütün yolculuklar var.
Ve ben buna âşığım.

Yolumu göster bana, yolgöstericim ol. Eline al bir fener ve önümde değil, yanımda yürü. Ellerimden tut. Arada terler ellerim. Aldırma ne olur. Silerim tişörtüme ya da pantolonuma, sonra tekrar kenetlenir parmaklarımız.


Sevgilim,
Bana hikâyeler anlat. Uyumak istiyorum. Göğsüne başımı yaslıyorum ve kokunu hissediyorum ve ellerim sıcacık vücudunda ve sonra ellerini buluyorum ve ellerimi tutup, avcumun içine bir ve sonra bir ve sonra bir tane daha öpücük konduruyorsun ve gülüyorsun ve gülümsüyorum ve gözlerim kapandı ve sen karanlıkta kaldın ve açamıyorum ışıkları ve ben hep karanlıklardayım...
Ve aydınlat beni.

Süslü cümlelerimi rafa kaldıralı -ve belki de unutalı- çok oldu. Sana en saf, en ilkel, en çıplak halimle geldim. Çok koştum, çok yere düştüm. Bak, dizlerim hep kan içinde. Ellerim de kanadı. Üstüm başım toz toprak içinde. Ama yine de çıktım geldim. Düştüm çokça. Düş değildin sen oysa. Kirliyim, bak. Kabul eder misin ki? Temizlersin sen beni. Tertemiz eylersin. Biliyorum. Çünkü bu dünyadaki en temiz şey sensin.

Delilerin toplaştığı bir yer var. Böyle ağaçlar içerisinde, güzel bir yer. Arada ziyaretime gel. Kime sorsan göstermez. Pek konuşmam ve çok tanımazlar beni. Ama sen tanırsın. Şu düşünen adam heykeli var ya. İşte onun yanındayım ben çoğu zaman. Kızıyorum bazen ona: "Sen hep oturuyorsun yahu! Kalk dolaş biraz. Bak, ilerde çok güzel bir ağaç var. Kuşları var ağacın. Hep ötüyorlar. Kulaklarım sağır oldu benim. Sesini duymuyorum be adam!"
Bazen de bir sigara uzatıyorum, "Abi, yak bir dal" diyorum. Ama cevap vermiyor. Öylece durmuş, yere bakıyor. Salak bence. Düşündüğü falan yok. Rol yapıyor, kandırıyor bizi. Ama ben kirli çamaşırlarını çıkaracam ortaya...
Ne diyordum?
Hah!
İşte, o adamın yanındayım ben. Tanırsın sen beni. Yalnız sen anlarsın beni. Oturup sabahlara kadar konuşalım. Ama kimseler duymasın. Çok yorgunum. Sorma. Sormadan da anlarsın. Yalnız sen anlarsın.

Güzelim,
Canım sevgilim,
İçimdeki son sigara dumanını da azadettim şimdi. Ruhumdan birkaç parça kopardı gitti. Ama ruhumdan birkaç parça alıp hayat bulduğu için hediyeler verdi bana. Gelecekten birkaç haber ve birkaç güzel resim ve daha birsürü şey. Onları çizip duvarıma astım şimdi. Gelince görürsün. Güzel durdular duvarda. Seversin resimleri, biliyorum. Alabilirsin istersen. Benim daha hayat verecek birsürü sigara dumanım var ve onların da bana vereceği bir sürü hediyesi. Gözlerimi kapattım ve seni dinliyorum şimdi.

"Hadi! At üstündeki ölü toprağını.
Kalk! Güçlüsün sen.
Yürü! Yürüyeceğimiz birsürü yol bekliyor bizi.
Gir koluma ve yürüyelim.
Tek.
İkimiz.
Tek."

Gözlerim ağrıyor karanlıktan. Alışamadım hâlâ. ışıkları yak. Işıklar girişte, hemen solda. Kpıyı çalmana gerek yok. Gel ne zaman istersen. Yeter ki gel.
Uykunun sonsuz vadileri üzerinde tüylü kanatlarımla uçuyorum aşağıları seyrederek. Kanatlarım bulutlara ulaşıyor. "Saat 12'ye geliyor, bebeğim. Dikkat et!" Perilerden birinin sesi. Ben de bulut olacam şimdi. Özle beni -ki özlemek de güzeldir.

En güzelim,
Tek güzelim,
Uçuyorum şimdi. Benimle gel. Yoldaşım ol. Yollar güzeldir ve sen en güzelsin. Aydınlat geleceğimi, hayatımı ve yolumu ve kalbimi ve ruhumu ve ayaklarımı ve saçlarımı ve suskunluğumu ve karanlığımı...
Aydınlat beni.

9 Ekim 2011 Pazar

Zamane Seyyahı Delinin Güncesi: Bir Roman Denemesi vol. 4

Sonra bana da aynı şeyleri söyleyenler oldu. Ben de "Kesinlikle hepsi yanlış!" dedim onlara. Kimse anlamadı beni. Neden anlamadılar? Neden anlamadıklarını ben de bilmiyorum. Sadece üzülüyorum ve özlüyorum. Zaman hoyratça eserken birilerinin bizi görmesini istiyoruz beyazlar içinde rüzgârla ve yapraklarla dost ve arkadaş olmuş bir şekilde. Ama kimse görmüyor bizi bu uçsuz Kayıp Çocuklar Kenti'nde. Tek istediğimiz üzülmek. Çünkü üzülmekten başka yolumuz yok. Bundan kaçmak, kaçmaya çalışmak yersiz ve imkânsız. İmkânlarımızı sonuna kadar kullanıyoruz. Bizi görebilecek iki tane göze ihtiyacımız var -ki böylece bizler de var olacağız. Var olmanın yolu görmekten ve görülmekten geçiyor -bu herzaman için geçerli olmasa bile. Ve insanlar gelip geçiyor. Hepsini izliyorum ellerimle. Gözlerim görmüyor ve ayaklarım duyuyor ayak izlerini. Ayak sesleri yok. Hepsi süzülüyor havada. Ruh gibiler. Sadece ben görüyorum onları. Kendileri bile kendilerinden habersiz. Var olduklarının farkında değiller. Çünkü kendilerini bile görmekten acizler. Kendisini göremeyen bir tanrı var mıdır? Kendine bir aynadan bakamayan bir tanrı "Ben varım." diyebilir mi? Çünkü bir kedi sabahtan beri sokakta ağlıyordu ve hiç kimse onu bulamamıştı. O halde o kedi yoktu belki de. Ha? Saçma konuşuyorum, değil mi? Saçmalıyorum. Saçlarını özledim. Ve belki de susmalıyım... (Binlerce üç nokta var burda.) Susmak... (Binlerce üç nokta var burda.) Susuyorum... (Binlerce üç nokta var burda.) Ama... (Binlerce üç nokta var burda.) Hâlâ... (Binlerce üç nokta var burda.) Hâlâ konuşmak ist... (Binlerce üç nokta var burda.) İs...kir.pas.iz...istiyorum. Susmuyorum ama sana susuyorum. Su gibi ihtiyacım var sana. Peki, sen kimsin? Ben senim aslında. O halde ismini ver bana. Ben de sen olayım sonra. Ama dilersen her şey daha farklı olabilir. Dilersen ama, istersen. İstiyor musun? Ne kadar istiyorsun? Ve gerçekten istiyor musun? Emin misin buna? Kesin mi kararın? Sorular yoruyor mu seni? Yoruldun mu sen de? Yorgun musun benim gibi? Elini kaldırabilir misin yorgunluk hissetmeden, yorulmadan mesela? Ya da yürüyebilir misin "Ayaklarım acıyor" demeden? Bakabilir misin gözünü hiç kırpmadan? Yapamazsın. Ben yapamam mesela. Gözlerimi kırpmaya ihtiyacım var. Çünkü karanlığı da görmek istiyorum. Çünkü sen yoktun ve ben her gece ağlıyordum. Çünkü artık ağzımı açmak bile zor geliyordu bana. Çünkü kelimeler yoktu ve hepsi terk etmişti beni. Çünkü gözlerim ağrıyordu. Çünkü yenik düşmüştüm. Çünkü heryerim yara bere içindeydi ve içimde sen yoktu. Sensiz yaralar içinde kanıyordum. Kana kana seni içmek istedim. Oysa kanaya kanaya sensiz ağlıyordum. Çünkü sen yoktun ve gece olmuştu. Ve sen geceleri çok severdin.

11 Eylül 2011 Pazar

Zamane Seyyahı Delinin Güncesi: Bir Roman Denemesi vol. 3

Seni düşünüyorum gökkuşakları içinde. Ve ben düşüyorum. Kendimi bildim bileli düşüyorum. Karanlık ve dipsiz bir boşluk, ve karanlık ve dipsiz bir düşüş. Ülkem bu benim. Yalnız değilim düşüşümde. Tanrılarım ve krallarım ve perilerim ve hayaletlerim var benimle düşen. Her an benimle bu düşüş hissi. Hiç yalnız bırakmıyor. Her ânımda, her zaman benimle. En çok güldüğüm zamanlarda bile –ki bu zamanlar çok çok çok nadir. Hep yanımda. O halde "Yalnızım" demenin bir anlamı, bir gereği yok. "Yalnızım" diyorsan, aslında yalnızlık da seninledir ve bu bağlamda yalnız değilsindir. Öyle değil mi? Hem müzikler var, hem bulutlar var, hem gökyüzü var, hem otlar var, hem ruhum var, hem Berry Joe var. Berry Joe var. Anlatmadım, değil mi? Arkadaşım. Belki de tek dostum. Çok konuşmaz. Ben de çok konuşmam. Oturur yanıbaşıma. Dünya dillerini unuturuz. O anlatır, susar; ben dinlerim. Ben anlatırım, susarım; o dinler. Böyle candır. Ama çoğunlukla yanımda olmuyor. O da yolları çok seviyor. Ben tıkılıp kalınca bir şehirde, o dolaşıyor. Sonra birgün çıkageliyor. Yorgun ve bitkin ve halsiz ve uykulu... Başını yaslıyor omzuma. Dinleniyor orda. Anlatıyor bu arada kesik kesik. Gördüklerini, görmediklerimi; duyduklarını, duymadıklarımı… Dünya dillerinde değil ama. Başkası anlamaz bizim konuştuklarımızı. Aslında konuşuyor olduğumuz da söylenmez. Dünya konuşması değil bu. Dünyaüstü bir şey ve güzel. Anlatıyor: Gördüklerini ve duyduklarını ve hissettiklerini ve tattıklarını ve özlediklerini. Ben görmediğim tatları ve duymadığım insanları ve tanımadığım yolları ve duymadığım şehirleri ve hissetmediğim uzakları ve dokunmadığım öpüşleri de özlüyorum. Özlüyorum. Seni... Beni... Bizi... Onu... Onları… Sen de özlüyor musun? Yoksa özlemek kötü bir şey mi senin için? Kötü mü sence? Bence değil. Özlüyorsan eğer, seviyorsun demektir –ki bu iyi bir şey. Gitmeli insan arada. Uzaklara... Sırtına çantasını atıp, içine birkaç kitap koyup, kulağında müzikler kendini yollara vurmalı. Durmamalı. Gitmeli insan. Uzaklara. Iraklara. Ve koklamalı yolları. Koku hafızası da garip bir şey. Birden bir koku gelir sana. Nerden geldiği belli değil. Çavdar tarlalarına götürür seni. Uzaklara. Çavdar tarlasında çocuk olmak vardı şimdi. Koşturmak böyle. Yalınayak hem de! Ben yaptım çokça. Yaparım da hâlâ. Yalınayak basmalı ve hissetmeli toprağı. Yağmurdan sonra gelen toprak kokusuna ne demeli? Bazıları o kokunun ölülerin kokusu olduğunu söylüyor. Öyle diyorlar yani. Emin değilim ben, bilmiyorum. Belki de doğrudur. Ama yine de güzel bir koku o. Sen de güzelsin. Çok güzelsin…

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Tren Yakalamaca




Bir oyun bu.


Hiç gelmeyecek bir gelecekte oynanan bir oyun bu. Bir babayım ben. Çok iyi bir baba olduğum söylenemez. Saçlarımı hiç taramıyorum mesela. Bir tarağım olmadı benim. Onun yerine ellerim ve parmaklarımla biraz şekil veriyorum; hepsi bu. Ve sigara içiyorum çokça ve sigara dumanının büyülü ve canlı bir şey olduğu konusunda şizofrenik teorilerim var. Ve ben "ve" ile başlayan cümleleri seviyorum.

Bir kızım var. Kız babası olmak güzel bir şey diye düşünmüştüm hep. Annesi, En Sevdiğim Kadın, birkaç yıl önce buralardan terk-i diyar eylemiş. İkimiziz; kızım ve ben. Yalnızız ama esasında yalnız değiliz. Yanımda uyuyor geceleri. Sarılıyor sımsıkı ve başı göğsümde uyuyor. O kadar güzel ki...

Gayet Amerikan filmlerinden fırlamış bir profil çiziyor bu, değil mi? Sevdiği kadın ölmüş bir adam, tek çocuğuyla kalmış melankolik bir baba profili... Ama ben amerikan filmlerini de hiç sevmedim.
Kızım; Güzelim henüz 8 yaşında. Oturup onunla İran sinemasından güzelim filmler izliyoruz. O da çok seviyor. Arada üzülüyor. Kasım çocuğu o da babası gibi. Kasım çocuklarının üzerine sinmiş bir hüzün kokusu vardır. Yıkanıyoruz çokça -ki suyu çok sever Güzelim. Ama çıkmıyor üzerimizden. Doğumlekesi gibi...

Bir evimiz var. Hayata bir türlü tutunamayan ben, iki katlı, küçük ve yeşil bir bahçesi olan eski bir Rum evi alabilmişim bir şekilde. Hayatta başardığım en iyi işlerden biri bu. Güzelim'le bahçeye çıkıp çimenler arasına oturuyoruz bazen. Akşamüzerleri hele çok güzel oluyor. Yukarıda gökyüzü ve yıldızlar; aşağıdaysa güzelim kızım ve paspal babası.
Beni sevdiğini düşünüyorum. Beni sevdiğini biliyorum.
Ben de çok ve çok ve çok ve çok seviyorum Güzelim'i...

Annesine; en sevdiğim kadına benziyor bazen. Bakışları ve duruşu özellikle. Gülümsüyorum ben de...

Oyunlar oynuyoruz arada. O en çok "tren yakalamaca" oynamak istiyor. Aslında gayet meşakâtli bir oyun. Üşengeç bir babaya sahip olmak zor iş olsa gerek. Ama ben de çok seviyorum bu oyunu.
Hep hayalim olan turuncu-siyah bir kaplumbağa almışım vakt-i zamanında. Ben almadım aslında; aldık. En Sevdiğim Kadın'la beraber almıştık. O da çok severdi vosvosu.

Sabah saatleri. Güzelim gelip kaldırıyor beni. Üzerini giyinmiş bile. Anlıyorum: Yine tren yakalayacaz!
Hemen giyiniyorum. Giyinmem çok uzun sürmez benim. Bir pantolon ve bir tişört. Saçlarıma şöyle bir bakıyorum aynadan. Düzeltiyorum parmaklarımla. Sakalım biraz uzamış gibi. Olsun, severim kirli sakalı. Güzelim'in güzelim saçlarını tarıyorum sonra. Bu arada en sevdiğim ve elbette ki en sevdiğimiz müzikler çalmaya başlamış bile. Çok seviyor müziği o da. Gülümsüyorum, "Babasının kızı!" diyorum içimden. Bir kız evlat ve babasının aynı müziklerden keyif alıyor olması mucize olsa gerek...

Hazırlandık.

Hava biraz soğuk gibi. Ben paltomu alıyorum üstüme. Paltom olduktan sonra kazağa ihtiyaç duymuyorum. Çok üşümem, soğukla aram iyidir. Hem severim sonbaharı. Güzelim de en sevdiği kazağını ve kırmızı paltosunu giyiyor. Başına da el örgüsü bir bere atıyoruz. Ben de şapka giyiyorum. Ve dışarı atıyoruz kendimizi. Eldivenler yüzünden ellerini tam hissetmiyorum ama elimden tutuyor. Ne güzel gülüyor...

Atlıyoruz turuncu-siyah vosvosa. Sevdiğimiz müzikleri çalmaya başlıyor radyomuz hemen. Ve çıkıyoruz yola.
Bu, bizim oyunumuz ve istediğimiz gibi oynayabiliriz!

İlk gördüğümüz tren raylarını takip etmeye başlayacaz ve ilk gördüğümüz treni yakalamaya çalışacaz. Oyun bu kadar ve kuralları biz yazıyoruz.

Gidiyoruz vosvosla birkaç saat. Sonra bir tren görüyoruz. Yol boyunca takip ediyoruz treni. Güzelim el sallıyor, gülüyor, kahkaha atıyor, seviniyor. Bense sadece izliyorum. Çok sevmedim kahkaha atmayı ama onu böyle gülümserken, böyle ağız dolusu gülerken görmek mucize.
Ben mucizelere inanıyorum.

Bir zaman sonra tren rayları ve vosvosun yolu ayrılıyor. Tren gözden yitene kadar izliyoruz. Bir suskunluk çöküyor Güzelim'in üzerine. "Gitti babacım" diyor. "Biliyorum güzelim" diyorum. Aslında giden sadece tren değil; En Sevdiğim Kadın, annesi de gidiyor.

En Sevdiğim Kadın da çok severdi trenleri. Sıkıldığımızda ve artık yapamayacağımızı düşündüğümüzde sırtımıza çantamızı alıyor, içlerine birkaç kitap ve giysi koyuyor ve yollara vuruyorduk kendimizi. En çok trenleri sevdik ve en çok tren yolculuklarında eğlendik ve Güzelim ve ben, en sevdiğim/iz kadını bir tren yolculuğu sonrası kaybettik.
Güzelim de annesine (ve elbette ki babasına) çekmiş olacak ki çok seviyor trenleri.
"Asma suratını" diyorum "istasyon var yakınlarda. Bir tren daha yakalayabiliriz istersen ;)"
Gülüyor, ve kocaman bir "Eveeet!" diyor.
Yola koyuluyoruz...


Bir oyun bu.
Hiç gelmeyecek bir gelecekte dünya güzeli bir kız evlat ile biraz paspal ve biraz siyah-beyaz ve çokça hüzünlü ve çok âşık ve kızını çok seven bir babanın oynadığı çok güzel bir oyun bu.

18 Ağustos 2011 Perşembe

All Alone



-ve okuyun-

Küçüktüm. Küçüklüğümün geçtiği evimizin damına çıkar ve otların üzerine uzanıp gökyüzünü seyreylerdim. Evet, evimizin damında çimenler vardı. Çünkü topraktandı bizim damımız. Hatta kış ve sonbaharlarda üzerini komple naylonlarla kapatırdık. Babam ve anneme yardım ederdik hepimiz. Öyle yapmazsak su damlardı yoksa. Neyse...
Çimenler vardı işte. Yemyeşil. Uzanırdım üzerlerine, özür dileyerek elbette. Biliyorum, onlar da yaşıyolar... Sokaktan çocukların oyun sesleri gelirdi. Ben sadece dinlerdim. Tek katlıydı evimiz. Duyardım her şeylerini. Ben oynamadım aralarında pek. Benim başka işlerim vardı zira. Onlardan biri de dama çıkıp gökyüzünü dinlemekti işte ve sesleri görmek.

Yeşil bir tarla gibiydi damımız (çatı değil, dam) ve toprak kokuyordu.
Yalnızdım; çoğu zaman olduğu gibi...
Aslında yalnız olduğum söylenemez. En nihayetinde yalnızlık da vardır. Ve "Ben yalnızım" diyorsan aslında yalnızlık da seninledir. Hem otlar vardı. Hem gökyüzü, bulutlar vardı. Hem sesler vardı. Hem toprak vardı. Hem yalnızlık vardı.
Yani,
yalnız değildim.

Ben o zamanlar müzik dinlemezdim pek. Ama kulaklarımda hep melodiler vardı. Dudaklarım ve beynim ve ruhum hep melodiler fısıldadı kulaklarıma ve kalbime ve ayaklarıma. Gözlerim duydu hepsini ve ellerim sessizce söyledi kimseler duymasın diye. Ben yalnızlığımı ve hüznümü ve karanlığımı da paylaşmak istemedim.

Ordaydım, yemyeşil otlar arasında, yalnız, uzanmıştım. Bulutlar geçip gidiyordu. Ben hepsine ayrı ayrı selam veriyor ve hepsinden ayrı ayrı selam alırken oyun oynuyordum kendimle: "Aaa! Bak, işte bu kediye benziyor!", "Bu da el gibiymiş, ehm"...
"Bu neye benziyor peki?"
Yine kendim cevap veriyordum: "Kuuuuuuş!"

Ben göçmen kuşlara da benzedim hep. Mevsimler yüzünden değil; ait olmadıkları için. Aslında aitler belki de. Yuvaları var. Ama uçup gidiyorlar işte. Ben de uçup gitmek istedim. Belki bu yüzden "Pikaçuuuu!" diyerek aşağı atlayan o çocukla hiçbir zaman alay edemedim. Gülümedim "Ahahaha salak" diye.
Ben hep uçup gitmek istedim.

Kendimle konuştum, dostlar uydurdum hayali. O yüzden yalnız değilim belki de. Yalnızlığın elini tutup o yemyeşil otlar üzerine uzanan ve bulutlara selam veren bendim. Gördün mü? Görmedim. Bulutlara sor, söylerler.

Ben, orda; küçüklüğümün geçtiği tek katlı evimizin topraktan damında yemyeşil otlar arasına uzanmış bulutları seyrediyor, onlara selam veriyordum. Oyunlar oynuyordum hepsiyle teker teker. Sokaktan çocukların sesleri geliyordu. Hayal meyal duyabiliyordu gözlerim. Rüzgâr vardı sonra. Hafiften ama. Dudaklarım ve beynim ve ruhum melodiler fısıldıyordu kulaklarıma ve kalbime ve ayaklarıma.
O zamanlar bilmiyordum.
Bu şarkıydı işte.
Eminim.


"I'm standing here
Watching the clouds float by
Wondering why the pain never deserted me
The sadness, sorrow, bewilderness that never... left

I'm flying... away
I'm flying... away

Holding hands with myself
Sharing life with myself
Reaping the loneliness I've sown
In these fields I've always grown
Digging blackness from my mind
I will die all alone"

Hepsi bu.

16 Ağustos 2011 Salı

Keşke...



Ahmet Haşim "Merdiven" şiirinde "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak..." diyor. Oysa ben Küçük Prens'in üzerinde durduğu küçük gezegene kendi küçük dünyamdan bir merdiven dayamak, ve koşar bir şekilde bu merdiveni tırmanmak ve pantolonumda güneş rengi hüzün ve huzur kırıntılarıyla Küçük Prens'e ulaşıp sigara içmek istiyorum onunla.

Oturup yemyeşil otlar arasında, sırtımızı güzelim bir ağacın gövdesine dayayıp, gökyüzünü izlemek istiyorum yapraklar arasında. Sonra gece oluyor ve yıldızlar beliriyor. En parlağını ona armağan ediyorum. Zira en güzeline layıktır en güzeller. Gülümsüyor, "Ne güzelmiş..." diyor. "Çünkü sen güzelsin." diyorum. Gülümsüyor. Gülümsüyorum.

Ellerimi saçlarına götürüyorum. Saçlarıyla oynamayı hep seviyorum çünkü. Hoşuna gidiyor onun da; yine gülümsüyor.

Binlerce gülümseyiş ve binlerce huzur ve binlerce sevinç... Başını dizimin üzerine koyuyor ve gözlerini kapatıyor. İzleyeduruyorum ben de uykuya dalışını ve uyumuşluğuna sarılıyorum.

Huzur... Safi huzur... Başka bir şey değil.

Keşke, Küçük Prens, keşke bir merdivenim olsa ve bulunduğun gezegene uzatabilsem o merdiveni ve keşke o merdivenle koşar adım sana gelebilsem ve keşke oturup gökyüzünü seyreylerken sigaralarımızı içebilsek beraber -ya da bir sigarayı paylaşsak, ve keşke uyumuşluğuna sarılabilsem.

Keşke, Küçük Prens, benim olsan; tam yanımda ve yanıbaşımda...

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Lhasa De Sela - Con Toda Palabra

İşte, hayatımın müziklerinden biri...
Lhasa de Sela; yani Lhasa'm...

Müziği çok severim ve sevdiğim birsürü şarkı var elbette. Ama bazı şarkıların ruhu olduğuna inanıyorum ben. Bu özel şarkılar, bir şekilde gelip sizi buluyor ve hayatınızın orta yerine oturuveriyor.
Hayatımın bir soundtrack albümü olsa içinde illa ki "Con Toda Palabra" olurdu...

Âşık olacaksınız...



9 Ağustos 2011 Salı

Zamane Seyyahı Delinin Güncesi: Bir Roman Denemesi vol. 2

Hafızam bana unutkanlık oyunları oynuyor arada. Ben kimim? Ben hiçbir şeyim. Asıl sen nesin? Ben Walt Disney'in çizdiği bir tımarhaneyim; siyah ve beyaz. Renklerimi Şems'in gölgesinde kaybettim. Aramadım sonra hiç. Severim renksizliği. Ama bazen renkleri sevdiğim de oluyor. Turuncuyu severim mesela, maviyi de. Renklerini kaybeden bir gökkuşağı güzel bir roman karakteri olabilir aslında. Ya da kaybolmuş bir bulut... Bir ara yazmaya başlamıştım öyle bir şey. "Bulut Ana ve Kutsal Atlar"dı adı. Roman ismi gibi durmuyor pek, değil mi? Küçük bir bulut var, beyaz. Fırtına bulutları gelince, beyaz bulutlar evlerine çekilmeliler. Yoksa kaybolurlar. Küçük bulut geç kalıyor, eve gidemiyor ve kayboluyor. Annesi ve diğer tüm bulutlar onu aramaya başlıyorlar gökyüzünde. Ama küçük bulut, sırtını dayadığı güzel bir ağacın gölgesinde açıyor gözlerini. "Bulutların sırtı olmaz ki" deme, o artık bir bulut değil; küçük bir çocuk... Karşısında birkaç tane at var. Gülümsüyor gibiler ama değiller de. Bu kadar. Gerisini yazmamıştım. Bu özet gibi bir şey elbette. Yoksa bu kadar kısa yazıp bırakacak değilim. Aslında üşengeç bile sayılırım. Üşengecimdir. Hep değil ama. Bir Oblomov değilim tabii ki. Oblomov olmak zor iş bence. Kolay değil öyle göründüğü gibi. Özenmek yersiz bu yüzden. Öykünebilirsin ama. Bunda bir sorun yok. Ama kimse Oblomov olamaz. Denemek boşa. Ama denemli insan. Elinden gelenin en iyisini yapmalı. Direnmeli. Her şeye! Her zorluğa! Ve her kolaya! Tabii kime göre kolay, neye göre kolay?; kime göre zor, neye göre zor; kime göre kötü, çirkin, neye göre kötü, çirkin? Ben çirkinlikleri, kötülükleri, pislikleri de severim. "Normal" olmayan şeyler daha güzel gelir bana. Ama mesela, üzerine oturmadan önce özür dilediğim (çünkü onlar da canlı ve yaşıyorlar ve hissediyorlar) otlar, çimenler herkes için güzeldir. Yollar güzeldir. Müzikler güzeldir. Öpüşler güzeldir. Kokular güzeldir. En önemlisi de: Sen güzelsin…

2 Ağustos 2011 Salı

Zamane Seyyahı Delinin Güncesi: Bir Roman Denemesi vol. 1

Her şey güzel ve her şey bomboktan aslında. Birilerinin gelip bizleri bulması gerekiyor. Kayıp Çocuklar Kenti burası. Camiyi geçince hemen solda kalıyor. Kime sorsan gösterir, ama görmez. Ne garip, değil mi? Görünmeyen perdelerle kaplanmış durumdayız. Ağlamıyoruz, merak etme. İyi miyiz? Değiliz elbette. Ama idare ederiz. Mutlu muyuz? Mutlu ne demek ki?.. Duymadım ben hiç bu kelimeyi. Üzülme. Üzülmüyorum. Ben üzülmem. Bu halimle iyiyim. Kayıp Çocuklar Kenti'nde, sırtımı dayadığım güzel bir ağacın gölgesinde oturmuş kulağıma melodiler fısıldıyor ruhum. Çömelmiş yanı başıma. Gülümsüyor. Hafiften rüzgâr var. Saçları uçuşuyor. Gülümsüyorum. Mutluluk değil mi bu? Değil bence. Huzur aslında. Huzur… Tam beş kelime ve iki hece. Dilimde bir yara. Yemek yiyemiyorum bu yüzden. Zayıfladım belki biraz. Rüzgârı severim. Ama biraz daha güçlü olsa, kuvvetine ve gücüne ve hırsına ve azametine kapılıverir uçardım sanırım. Gitmeleri severim ben. Biryere ait hissetmedim hiç. Göçmen kuşlar gibi belki de. "Nerelisin?" diye sorunlara "Yollar memleketim" diyorum. Durup bakıyorlar. Anlam veremiyorlar çok. Kestirip atıyorlar. Oysa gerçek bu: Ben yollara âşığım. Yol kenarında gördüğüm o heybetli çınar ağacına, içtiğim sigaraya ve sigara dumanına, yoldayken dinlediğim her melodiye ve gökyüzüne ve bulutlara ve yanımızdan pır diye geçip giden kuşlara ve karanlığa ve… ve dünya bir masaldır. Ve ben Walt Disney’in çizdiği bir tımarhaneyim. Siyah ve beyaz. Tüylü kanatlarımla uçuyorum sonsuz bir uyuyamamanın vadilerinde. Aşağıda her şey küçücük görünüyor. Karıncalar geliyor aklıma. Telaş içindeler. Koşturup duruyorlar. Arada farklı yönlerden gelen iki karınca kafa kafaya verip bir şeyler konuşuyor. Anlamıyorum ben. Belki de "Hey, selam!" diyordur biri. Diğeri de "Heeey! Nasılsın?" diye cevap veriyordur. Bilmiyorum, ama hayal edebilirim -ki bu çok güzel. Çok çalışkan bu karıncalar. Küçükler ama çalışkanlar. Hikâyelerde hep öyle anlatılırdı, değil mi? Gerçekten öyle mi acaba? Sorsam, "Aslında çalışkan mısınız?" desem, anlarlar mı? Belki. Anlamazlar belki de. Konuştum çünkü daha önce. Karınca değillerdi ama. Tam olarak ne olduklarını bilmiyorum. Görüyorum onları. Tavanda, duvarda, gökyüzünde, gözlerimde... 1 ya da 2 tane var. Çok değiller. Küçükler ve siyahlar. Belki de karıncadırlar. Sormadım ne olduklarını. Sadece konuşmaya çalıştım. Cevap vermediler. Çok ilgili değiller benimle belki de. İlgilerini çekmek için ne yapmam gerekiyor? Şarkı söylesem? Ama sesim iyi değildir ki. Hmm… Zor iş. Neyse. Ne diyordum? Hikâyelerde çalışkandır karıncalar hep. Ninem anlatırdı bize hikâyeler. "Mormorike" vardı mesela. Ninemin dizine toplanırdık biz çocuklar ve o bize hikâyeler anlatırdı, oyunlar oynatırdı. Güzeldi. Ama hikâyenin sadece adı kalmış aklımda. Hafızam bana unutkanlık oyunları oynuyor arada...

31 Temmuz 2011 Pazar

Pembe Kâğıtlardan Flamingolar Yapmak

Kulağıma Lehçe bir müzik çalınıyor. Bir kadın "O, kuş değil ve sen onun elbisesinin altında kanatlar aramaya çalışıyorsun. O, kuş değil ve sen ona bir kafes örüyorsun." diyor. Dans edesim var. Ama aslında dans edemem pek. Yağmurlu bir havada, ayaklarım çıplak bir şekilde yere ve çamurlara basasım var. Dünya bir renk dürbünü olmuş. Hoy-dara-hoy-dara-hoy-day-day-daaa-hooy-daay-daaa! Bir renk dürbününden ağaçlara, insanlara, binalara ve arka sokaklara ve yollara ve gökyüzüne bakıyorum. Bir elma şekeri var buluttan. Elimi uzatıyorum, ama tutamıyorum. Boyum kısalmış ve ben 5 yaşıma geri dönmüşüm. Evimizin önünde açık bir arsa var. Toz ve toprak içinde oyunlar oynuyorum kendimce. Bir tasın içine su dolduruyorum. İçine biraz deterjan ekliyorum. Bir pipetle rengârenk baloncuklar üfürüyorum. En çok siyahı seviyorum ve sonra turuncuyu. Siyah-turuncu bir kaos yaratıyorum kendime. Pembeyi çok sevmedim. Kâğıtlardan pembe pembe flamingolar yapıyorum. Rengârenk baloncuklara binip ayrılıyor hepsi. Kanatları eksik çünkü...
Uçmak istiyorum...



(Bir kaç gün sonra düzeltme yapmak istedim. Şöyle ki;
Yazı, isminden dolayı böyle birçok 'güzel' şey vaadeden bir şey gibi görünüyor. Ama acele edilmiş, çarçabuk bitirilmiş gibi, değil mi? Aynen öyle. Esasında uzun uzadıya yazmak isterdim. Ama belki sonraya bir "Pembe Kâğıtlardan Flamingolar Yapmak vol. 2" yazılabilir. Belki de yazılmaz. Emin değilim.
Bir de eklemek istediğim şeyler var:
- Yazının adından anlamışsınızdır: pembe flamingolar! Yani "Pink Flamingos". John Waters'in 1972'de çektiği "güzel" filmi. Filmin adını görmüştüm o gün. Başlık ordan çıktı çok da film ile ilgili bir yazı olmamasına karşın... Film, gayet rahatsız edici, gayet deli bir 'şey'. Fimin imdb sayfası burda; fragramı için de tıklayın.

- Yazının başlığını 30 Aralık 2009'da buralardan terk-i diyar eyleyen Ahmet Uluçay'ın güzelim filmi Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak'tan öykündüm. ("Öykünmek" çok yanardöner bir kelime) Filmi çok severim. Ama yine aceleye gelen metin yüzünden bahsedemedim. Daha sonra yapılabilir bu.

- Yazıda geçen, kulağıma çalınan müzik de Goran Bregović ve Kayah'ın 1998 yılında çıkardıkları ortak albüm Kayah & Bregović'teki güzelim şarkı To Nie Ptak.

Böyle.
Aklımda, dediğim gibi. Şöyle bir elden geçirip, "vol. 2" diye sunabilirim tekrar sizlere yazıyı.
Hoşta kalın.)

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Ben Geldim... Sanırım...

Emin değilim aslında. Küçük -ya da büyük- bir delilik var üzerimde. Ağırlığıyla çökmüş durumda bile olabilirim. Birsürü kelimem ve cümlem var heybemde. Ama hangi sırayla yazıya dökmeliyim, kestiremiyorum. Yollarda, orda, burda, aklıma estikçe karaladığım cümleler var. Onlar buraya gelecek yakın zamanda. Bu "yakın zaman" ne kadar yakın, bilmiyorum ben de. Müziklerim var mesela çok sevdiğim. Arada onları kulaklarınıza fısıldamak niyetim. Çok yollar gittim ve çok yerler gördüm. En çok trenleri ve bisikletleri sevdim. Sigara içtim ve öksürdüm çokça. Sigara dumanını ve hamam böceklerini sevdim. Ve ben yollara âşık oldum. Ve bölündüm binlerce parçaya. Her bir parçamı başka başka şehirlerde bıraktım. Bir "ev"im olsun istedim. "Oh be! Evime gidiyorum!" hissini özledim en çok. Ve özledim... Sonra... Sonra oturdum çimenler üzerine ve derin bir nefes aldım ve bir sigara yaktım. Nefesimin ve sigara dumanının sevişmesini izledim. Durdum. Durmak güzeldir.
Ne diyordum?
Hah!
Açılışı böyle yapmış bulundum. Yazarım arada. Eğer bana yazmak istiyorsanız, sanki tatilde, İskoçya'nın yeşillikleri arasında, bir kampta gayda çalmayı öğreniyormuşum gibi yazabilirsiniz. Hoşuma gider bu.
Bu kadar.