7 Ağustos 2012 Salı

Sen -4-

Hayatın arka bahçesinde neler gördün?
Bak, hırçın Marmara ne güzel bugün!
Yoluma kuşlar mı koymuşlar?
Atladım,
Tutmadı beni kuşlar.

Sen -3-

Ceplerinde birsürü taş
ve bir terk ediş notu
Hangi karaya vurur ki hüzün bulutu?
"Hayatını daha fazla zehir edemem." demişsin
Gidişin parçaladı ruhumu,
Görmez misin?

Sen -2-

O fırının kapağını kapat
ve güzelim başını dışarı çıkar!
Saçlarına dokunasım,
Seni öpesim var.

Sen -1-

Aşiyan'da seni aramaya geleceğim,
Bir selam verip gitmek niyetim.
Aşiyan'da seni bulmaya geleceğim,
Bir selam verip giderim.
Gamlı prensesim, kederli güzelim;
Sevinir, gülümser misin?

15 Haziran 2012 Cuma

Geçmişten Birkaç Kelime

Geçmişten birkaç kelime düşmüş bugün mail kutuma. Unutmuşum bile. Fi tarihinde yazmışım. Ne garip, ne güzel bir sürpriz.
Şöyle ki:

"hey, selam!
nerdesin şimdi? ben van'dayım şu anda. bitiyor gibi okul ha! 3 dersim kaldı. istanbul'da da 1 tane var.

ne yapıyorsun? dilediklerinin neresindesin? yanında biri var mı? yoksa yalnız mısın hâlâ? çıkmadı mı üstündeki hüzün lekesi? yıkadın mı, yıkamaya çalıştın mı? bence kalsın üzerinde. öyle yakışıyor.

çok uzun tutmayacam. bilirsin, üşengecim çok.
seni seviyorum.
iyi ol, iyilerle ol.
mutlu olmasan bile; kendin ol ve iyi ol.
hoşçakal."

Arka fonda Sezen Aksu'nun Sorma şarkısı dönüp duruyor. "Aşk belası" değil derdim; uzağım, ırağım, yerim yurdum kalmamış. Geçmişten birkaç kelime düşmüş mail kutuma. "Dalarım uzaklara, gönlüm sıkılır." Sigaram varmış yanımda ve içiyormuşum çayımı. "Sorma, ne haldeyim. Sorma, kederdeyim."

4 Haziran 2012 Pazartesi

Dost

Cahit Külebi nam bir adam var. Bilir misin? Şiirler yazarmış nefes aldığı zamanlarda. Sonra terk-i diyar eyliyor buralardan. Hah, işte, bu adamın "Dost" adında bir şiiri var. Ben susayım, onun kelimeleri konuşsun:

"Bir gece habersiz bize gel
Merdivenler gıcırdamasın
Öyle yorgunum ki sorma
Sen halimden anlarsın...

Sabahlara kadar oturup konuşalım
Kimse duymasın
Mavi bir gökyüzümüz olsun,
Kanatlarımız dokunarak uçalım

İnsanlardan buz gibi soğudum
İşte yalnız sen varsın
Öyle halsizim ki hiç sorma
Anlarsın."

Anlarsın sen, ya. 
Öyle işte.

1 Haziran 2012 Cuma

Kahve Yanığı

Çok edebi bir söz, değil mi?

"Kahve yanığıydı yüreğim
Fallar baktım bize dair
Gelecek gördüm
Geleceksin, gördüm."

Ya da ne bileyim
"Kahve yanığından hayallerim vardı
Kokusunu çektim içime
Kalbim acıdı."

Çok edebi bir söz "kahve yanığı", değil mi? Ama, ı ıh, hiç de öyle değil.

Kahveyi çok severim ben. En sadesinden bir türk kahvesi böyle... Mis gibi... 

Yine kahve yapmışım kendime. Balkona çıktım. Hava biraz karanlık. Bulutlar var yukarıda. Kahve fincanı yanımda, sigaralarım da hazır. Kimse değmeyecek keyfime. Ama o da ne? Sakarlığım üzerimde. Kahve fincanını deviriyorum. Kahve öylece dökülüyor ayağımın üzerine. Sakarlık... Kahve yanığı...

Önce bir güzel suya tutuyorum ayağımı. Öyle yapılır, değil mi? Ama daha beter oluyor. Eczaneye yollanıyorum hemen. Ayağımı da gösteriyorum adama. Ben adamın "Hmmm... Kahve yanığı. Çok edebi. Sabah kalkar kalkmaz iki Edgar Allan Poe, öğlen yemeğinden sonra üç Virgina Woolf, akşam üç Sylvia Plath ve yatmadan önce de bir İhsan Oktay Anar... ve bir şeyciğin kalmaz. Geçmiş olsun." demesini bekliyordum oysa. Boşuna beklemişim. Bir Silvadiazin ve bir tane de Anestol Pomad veriyor. "Bunları karıştırıp sürecen yanığa" diyor "geçer bir haftaya."

Kahve yanığı. Ne kadar da edebi bir acı.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

La Petite Princesse

Bazıları "şehr-i şehir" diyor, bazılarına göre iflah olmaz bir orospu, kimileri için "Sana yenilmeyeceem üleeen!", başkaları için aşk, birileri için yaşanılan şehir, bazı kimseler için yaşanılmak istenen şehir... İstanbul'dan bahsediyorum. Yok, hayır, la Petite Princesse olan İstanbul değil. Tanıyacaksın onu da. Anlatacam sana. Otur yanıbaşıma. Dinle.

Bundan birkaç yıl önceydi. Hafızam bana unutkanlık oyunları oynuyor ya arada. Unutmadığım şeyler de var elbette. Bir güzelliği hangi hafıza, hangi akıl, hangi ruh ve hangi kalp ve hangi göz unutabilir ki? Ben unutmuyorum işte.

İşte, bundan birkaç yıl öncesi. Bir şehir düşün. Büyük ve güzel bir şehir. Kimileri için iflah olmaz bir sürtük, bazıları için aşk, birileri için şehr-i baran... İstanbul'u düşün. Bir yaz günü düşün. Eminönü'nü düşün. Sıcak. Uzaklardan gelen bir kız düşün. Güzel bir kız düşün. Ve düşün; seni beklediğini düşün. La Petite Princesse'yi düşün. Telefonda ona "Geliyorum. Vapur yanaşacak az sonra. 10 dakika sonra ordayım." dediğini düşün. Ve bu prensesin seni heyecanla beklediğini düşün. Zamanı genelde pek iyi hesaplayamadığını düşün. 10 dakika demişsin, ama birkaç dakika sonra iniyorsun vapurdan. Bir kız düşün; güzel bir kız düşün. Bu güzel kızın seni beklediğini düşün. İşte orda! Seni bekleyen bu güzel kızın kocaman kocamaaan ve sıcacık gülümseyişiyle seni karşıladığını düşün. Sıkıca sarıldığını ve yanaklarına iki kocaman öpücük kondurduğunu düşün.
Düşün...

"İstanbul'u seviyorum. Sokaklarında yürümeyi seviyorum. Bir şehri keşfedebilmenin en iyi yolu, o şehrin sokaklarında kaybolmaktır. Kaybolacaksın ki keşfedebilesin. Ben İstanbul'u böyle kaybola kaybola, ayaklarıma kara sular inene kadar dolaşa dolaşa keşfettim."
Yalan. Yanıldığımı düşün. Keşfetmemişim, keşfedememişim.

O güzel kızı düşün tekrar. Onunla beraber şehr-i şehri, iflah olmaz orospuyu, "sana yenilmeyecem ülen"i, aşkı, yaşanılan şehri ve yaşanılmak istenen şehri asıl şimdi keşfediyor olduğunu düşün. Sokaklarda yürüdüğünüzü düşün. Yanyanasınız. Koooskocamaaan İstanbul ve içinde sen ve o. Hep gördüğün sokakları o güzel kızın gözleriyle tekrar gördüğünü düşün. O güzel kızın göremediğin onca ayrıntıyı bir çırpıda sana anlattığını düşün. İstanbul'da geçirdiğin günlerin en güzelini düşün.
Düşün...

Bir balkon düşün sonra. Sabah olmuş. Balkona çıkmış o güzel kız. Şehri izliyor. Evden güzelim müziklerin sesinin geldiğini düşün. Balkonun demirliklerinde güller var. O güzel kız şehri izliyor ordan.
Düşün...

"Dünya üzerinde milyarlarca insan var. Bu milyarların arasından hüzünleri bir olan birkaç insan var. Ve bu hüznü bir, kederi eş birkaç insan, hiç üşenmez, hep birbirini bulur."
Birbirinizi bulduğunuzu düşün. Hüznünün yanına yoldaş olacak huzuru düşün.
Düşün...

Düşünüyorum...
"Yollar" diyorum "bizi tekrar kesiştirecek." Yollarımız tekrar kesişecek.
Öyle işte.
Düşün.

Sonbahar... Sonsuza Kadar.

Sonbahar gitmek bilmedi bu aralar. Çok kimse sevmez ya bu karanlık, siyah-beyaz havayı... Sonbahar da öylece dikilmiş karşımıza, "Gitmiyorum işte. Beni sevmiyorsunuz; biliyorum. Ve gitmeyecem." diyor hüzünlü ve kızgın ve biraz da kırgın bir şekilde.
Gitme, Sonbahar. Ben seni çok seviyorum.

Şehr-i memleketteyim kaç zamandır. Küçük bir şehir burası ve -doğrusunu söylemek gerekirse- yapacak çok şey yok burda. Ve dahi kendim olabileceğim zamanlar o kadar kıt ki...

Yürüyorum bazen. Vakit buldukça yürüyorum. Çünkü yürüyebildiğim, yürüdüğüm zamanlar sade benim olan zamanlar. Tadını çıkara çıkara yürüyorum.

Akşam üzeriydi. Aile evine doğru yürümeye başladım çarşıdan. Her zaman olduğu gibi müzikçalarım sol cebimde, kulaklıklar da kulaklarımda... Sigara paketi ve çakmak da arka cebimde... Yürüyorum. Şarkılardan fal baktım kendime. İleri-ileri-ileri-ileri-ileri-ileri. Beirut'da durup mola verdim. Brandenburg çaldı birkaç kere üst üste. "Send me now. The winter's over." Kış bitti, evet. Çaldı üst üste birkaç kere daha. Ben yürüdüm. Sigaraları yaktım ard arda. Sonra tekrar fal baktım şarkılardan: İleri-ileri-ileri-ileri-ileri. Durdum. Hangi şarkı çıktı?

Bir gitar başladı önce. Sonra çok sevdiğim bir ses, Daniel Brennare'nin sesi: "So, the season of the fall begins..." He ya, Sonbahar, senin vaktinmiş meğer.

Akşam oluyordu ve Sonbahar hiç gitmeyecek gibi bu diyarlardan. Bulutlar vardı gökyüzünde birsürü. Öbek öbek göğün her tarafını sarmışlardı. Akşam oluyordu ve güneş bulutların arkasından günün son selamlarını yolluyordu. Ben de bir selam çaktım: "Görüşürmek üzre, Güneş. İyi bak kendine. Yarın sabah illa ki uğra. Sana bakıp hapşırmak istiyorum."

Ah, Sonbahar...
Bulutların, siyah-beyazlığın, karanlığın, hüznünle ben çok seviyorum seni.
Gitme, e mi?


5 Nisan 2012 Perşembe

Sus/ma/lı

Esentepe denilen bir yer var bu şehirde. Seyrek ağaçlarla kaplı bir yükseklik. Şehri biraz tepeden görüyor. Oraya çıktığınızda şehir ayaklarınızın altındaymış gibi hissediyorsunuz. Kabul ediyorum, çok yüksek bir tepe değil. Ama yine de şehre ordan bakmak güzel bir şey.

Ben şehirlerin de ruhları olduğuna inanıyorum. Bu şehrin ruhu erkek ve biraz üzgün ve biraz da kızgın. Akşama doğru üzerine çöken bir sis varmış hissi veriyor. Hüzün mü çöken bu yoksa? Tam karar veremiyorum.

Aslında bu şehri seviyor da değilim. Bir şehri sevebilmek için neler lazım? Buna cevaplarım var elbette ki. En başta bir "yer"i olmalı. Bu bir "yer" bir ev olabilir ya da bir cafe ya da bir park ya da bir bank. Bir "yer" elzem işte. Onu bulunca devamı çorap söküğü gibi gelecek sanıyorum. Henüz o "yer"i bu şehirde bulabilmiş değilim. Yine de o "yer" özlemini birkaç saatlik de olsa Esentepe doldurdu sanıyorum.

Yanıma bolca sigara ve bir kitap ve çokça yalnızlık aldım. Oturdum daha yeni yeni yeşermeye başlayan otların üzerine. Sen taze ot kokusunun nasıl bir şey olduğunu biliyor musun? Ben biliyorum. Güzelim bir kokusu var otların. Koklamalı. Koku hafızası var bir de. Ama bu şimdiki konuyla pek alakalı değil.

İşte orda, Esentepe nam yükseklikte şehr-i memleketi izledim uzunca. Heybemde bolca sigara vardı ve çokça yalnızlık. Müzikçalarım da vardı yanımda. Sadece tek bir şarkı dinledim o birkaç saat boyunca. Burda:



Böyle işte.
Kelimeler bazen yersiz ve gereksiz ve dahi kifayetsiz olabiliyor. Es vermeyi ve suskunluğun deryasında sade bir katre olmayı başarabilmeli.

11 Mart 2012 Pazar

Peki, Ya Sen Nereye Aitsin?

Bir teori ürettim! Geçerliliği konusunda Nikola Tesla ile uzun uzun sohbetler ettik ve bolca konyak ile suladık midelerimizi. Henüz kesin bir yargıya vardığımızı söyleyemem. Ama geleceği gayet parlak bir teori gibi görünüyor.
Anlatmaya başlayabilirim. Şöyle ki...

Ademoğulları, havvakızlarının akıllarının bir ucunda bir sorudur yankılanadurur uzunca zamandır: Ben nereye aidim?
Aidiyet mevzubahis olduğu zaman, bir yer, bir kişi ya da başka başka şeyler gelebiliyor akla. Ben bir müziğe ait iken, sen bir şehre ait olabilirsin. Belki de hiçbiryere ait olunabilir. Bu da mümkün.

Şimdi...küçük bir deney yapalım.
Dişlerini fırçalıyor musun? Fırçalamalısın. Ben fırçalıyorum. Tamam, bu konuya çok dikkat etmediğimi söyleyebilirim. Ama aksatmamaya çalışıyorum.
Diş fırçanın ve diş macununun nerede olduğuna bak şimdi. Deneyimiz bu. Gerçeği, bakmana gerek yok sanırım. Nerede olduklarını/durduklarını görmek için bakman gerekmiyor...
Neredeler?
Mesela diş fırçan ve diş macunun lavabonun hemen yanında biryerde olabilirler. Çoğu insanın öyledir, değil mi? Evet, öyle. Biliyordum. Bu, harika bir haber, biliyor musun? Çünkü sen oraya aitsin demek bu... Peki ya ben? Peki ya sen?

Benim hayatım boyunca ne diş fırçam ne de diş macunum lavabonun yanında biryerlerde oldu. Benim diş fırçam ve diş macunum herzaman çantamda oldu. Hayatımın uzunca bir bölümünü geçirdiğim ailemin evinde de, hayatımdan birkaç yılı silen okuduğum şehirde de ve yolum düştüğü bütün yerlerde de hep çantamdaydılar; hiçbir zaman lavabonun yanına bile yaklaşamadılar.

Teorim bu işte:
Eğer diş fırçan ve diş macunun lavabonun yanında biryerdeyse, sen oraya, o eve, o yere aitsin demektir. Yok, hayır, bu iki küçük eşya çantandaysa eğer, sen hiçbiryere ait değilsin.

Böyle işte.
Nikola'nın selamı var çokça. Berry Joe uzun süredir uğramadı. Lhasa'ya mı gitti yoksa?
Bilmiyorum.

11 Şubat 2012 Cumartesi

Bir Delilik ve Bir Günlük ve Birsürü Oyun

Diğer yarılarımdan birini anlatmak istiyorum, ve sanırım küçüklüğüme kadar gitmem gerekiyor bunun için. Yeni bir şey değil çünkü.

Birçok kereler denedim onu. Aslında 'denemek' yanlış bir kelime olabilir pekâlâ. Denemedim. Düzeltiyorum: Birçok kereler oyunlar oynadık onunla. 'Oyun' diyorum. Yanlış anlaşılmasın. Eğlenmek için oynanan oyunlardan değil/di hiçbiri.

Hatırladığım ilk oyunlarımızdan biri kardeşimle evdeki her sıvıyı, şunu, bunu karıştırıp, "Heyoo! Deney yapıyoruz!" vakitlerinde... Ben ve İntihar o deney sonuçlarını bahçeye dökmektense, içmek oyunu oynadık çok kere. İçip kustuk. Zira midem bizimle pek oyun oynamak istemiyordu o zamanlar. 

Damı vardı evimizin. Topraktan bir dam. Tek katlı küçük bir evimiz, büyük bir bahçesi ve topraktan bir dam... İlkbaharlarda topraktan dam yeşerirdi yemyeşil ve taptaze otlarla. Ben dama çıkar bulutlarla konuşur, sokaktan gelen çocuk seslerini dinlerdim. Ve sonra birgün dinlemekten yoruldum. "Sonsuz bir düşüş" dediğim şey belki de o zamanlar başladı. Emin değilim. Düştüm. Atladım. Damdan. Demir bir merdivenle çıkılıyordu dama. Kendimi yerde buldum. Düştüm. Oysa atlayışım düş değildi. Bu seferki oyunumuzu doktorlar bozdu. Oraya buraya alçı, şuraya pansuman, oraya da birkaç iğne. Oyun bitti.

Yüzmeyi bilmiyorum. Yüzmeyi öğrenmeyi denemedim hiç. Belki güzel olabilir yüzme hissi. Bilmiyorum... 
Yine o büyük bahçeli ve topraktan damlı evdeyiz. Sonbahar aylarından biri -ki ben sonbaharları hep sevdim. hele ki kasım ayı... Sonbahar işte. Deli gibi yağmur yağıyor küçüklüğümün ve ilk gençliğimin geçtiği küçük şehre. Büyük bahçe sularla doluyor. Tahta bir kapısı var bahçenin. Çok zengin değilmişiz. O tahta ve eski kapının kırıklarından ve altından sular doluyor bahçeye. Bahçenin önündeki boş arsa -ki çocuklar oyunlar oynardı orda hava güzel olunca- su dolmuş. O göletin önünü açmalıyız ki bahçemize sular dolmasın. Ablamla gidiyoruz oraya. O açarken su yolunu, ben onu izliyorum. Sonra bir oyun daha! Bu biraz da kaderle ilgili bir şey belki de. Emin değilim. Altımdaki toprak çöküyor. Bu sefer kader ve İntihar ve ben varız. Altımda büyük bir boşluk ve ben yine düşüyorum. Annem geliyor sonra. Kurtarıyor beni. Annem bozuyor oyunu. Yaşıyorum -tıbbî olarak.

Annem. Hayatımda âşık olduğum tek kadın. Kokusunu, ellerini, gülüşünü, hüzünlü gözlerini, şişman ve huzurlu kucağını düşünüyorum. İntihar ile oyunlar oynarken ben, o hep ellerini uzattı bana. En kanlısında da, en suskununda da...

Sonra büyüyorum. Büyümekten, her yıl bir basamak daha yaşlanmaktan kaçamıyor insan. Arada intiharla oyunlarımız devam ediyor. Kimse bunu bilmiyor. "Çocuk yahu işte. Yaramaz. Olur böyle." diyorlar. Gülüyorum -ki gülmek pek yakışmıyor bana.

Yollara vuruyorum kendimi uzunca bir süre. Hiçbiryerde tutunamıyorum. Sevdiğim ve beni seven yerler, şehirler, insanlar oluyor. Ama ben herbirinde başka bir parçamı bırakıp ayrılıyorum. Göçmen kuşlar gibi belki. Ait olmak imkânsız; biryere ait olamıyorum. Göçmen kuşlar gibi olsa da; onların tersine bir yuvam, odam olmuyor benim. Yollar oluyor memleketim. 
Annem yine... "Korkuyorum" diyor "hep dolaşıyorsun. yerini, yurdunu bilmiyoruz. Ya bir şey gelirse başına yollarda?". Diyemiyorum ki "annem, bu da oyunlarımızdan biri." Diyemiyorum. Susuyorum. 

"Sonra" diyorum "böyle olmaz."

Yaşıtlarım evlenmeye başlamışlar, hepsi okullarını bitirmiş, hayatlarını kazanıyorlar. Bense hâlâ yerimde sayıyorum. Yolum babaevine düşmüş bir ara. Zor zamanlar. En azından benim için zorlar. Bir gece. Bolca sigara ve kahve ve müzik sonrası. Herkes uyumuş -ya da ben öyle sanıyorum. Yollanıyorum bir odaya. Kapatıyorum kapıyı. Ve kesmeye başlıyorum bolca. Aksın istiyorum çokça. "Sonra" diyorum "böyle olmaz." Duruyorum. "Giderken bile güzel gitmeli. Bunca yarayla güzel gidilmez." Duruyorum. Kapı çalıyor. "Hani uyumuştunuz siz?" Akıyor. İzliyorum. Kan û revan içindeyim. Kalkamıyorum. Kapı çalıyor. "İşim var." "Aç kapıyı!". Ses yok. "İşim var!". Kalkamıyorum. Her taraf kırmızı. Ve beynim duruyor. Dikişler ve ilaçlar durmuyor ama.

Bu sefer annem bilmiyor. Tontiş ellerini uzatır da kurtarır ya... Bu sefer bilmiyor, söylemiyorlar. Arada yitip gidiyor öyle. "Zor zamanlar geçiriyor; ondandır." diyorlar. Çocuk değilim bu sefer. Yaramaz hiç değilim. 'Zor zamanlar'mış. Zor.

Ben hâlâ İntihar ile oyunlar oynuyorum. Kimse onun benim diğer yarılarımdan biri olduğunu bilmiyor.. 
Sonra sarhoş muhabbetleri yapıyorum belki de. Sonsuz bir ot kafasında beynim ve ruhum. Bunları gelip buralarda mel mel yazıyorum.

2 Ocak 2012 Pazartesi

İsimsiz Kitap Güncellemeleri

"...Her şey biter ve Ari şehri terk eder."
Bölüm: 291211
Sayfa: 2120



Bir de bir şarkısı olabilir buranın. Şöyle ki: