27 Ağustos 2011 Cumartesi

Tren Yakalamaca




Bir oyun bu.


Hiç gelmeyecek bir gelecekte oynanan bir oyun bu. Bir babayım ben. Çok iyi bir baba olduğum söylenemez. Saçlarımı hiç taramıyorum mesela. Bir tarağım olmadı benim. Onun yerine ellerim ve parmaklarımla biraz şekil veriyorum; hepsi bu. Ve sigara içiyorum çokça ve sigara dumanının büyülü ve canlı bir şey olduğu konusunda şizofrenik teorilerim var. Ve ben "ve" ile başlayan cümleleri seviyorum.

Bir kızım var. Kız babası olmak güzel bir şey diye düşünmüştüm hep. Annesi, En Sevdiğim Kadın, birkaç yıl önce buralardan terk-i diyar eylemiş. İkimiziz; kızım ve ben. Yalnızız ama esasında yalnız değiliz. Yanımda uyuyor geceleri. Sarılıyor sımsıkı ve başı göğsümde uyuyor. O kadar güzel ki...

Gayet Amerikan filmlerinden fırlamış bir profil çiziyor bu, değil mi? Sevdiği kadın ölmüş bir adam, tek çocuğuyla kalmış melankolik bir baba profili... Ama ben amerikan filmlerini de hiç sevmedim.
Kızım; Güzelim henüz 8 yaşında. Oturup onunla İran sinemasından güzelim filmler izliyoruz. O da çok seviyor. Arada üzülüyor. Kasım çocuğu o da babası gibi. Kasım çocuklarının üzerine sinmiş bir hüzün kokusu vardır. Yıkanıyoruz çokça -ki suyu çok sever Güzelim. Ama çıkmıyor üzerimizden. Doğumlekesi gibi...

Bir evimiz var. Hayata bir türlü tutunamayan ben, iki katlı, küçük ve yeşil bir bahçesi olan eski bir Rum evi alabilmişim bir şekilde. Hayatta başardığım en iyi işlerden biri bu. Güzelim'le bahçeye çıkıp çimenler arasına oturuyoruz bazen. Akşamüzerleri hele çok güzel oluyor. Yukarıda gökyüzü ve yıldızlar; aşağıdaysa güzelim kızım ve paspal babası.
Beni sevdiğini düşünüyorum. Beni sevdiğini biliyorum.
Ben de çok ve çok ve çok ve çok seviyorum Güzelim'i...

Annesine; en sevdiğim kadına benziyor bazen. Bakışları ve duruşu özellikle. Gülümsüyorum ben de...

Oyunlar oynuyoruz arada. O en çok "tren yakalamaca" oynamak istiyor. Aslında gayet meşakâtli bir oyun. Üşengeç bir babaya sahip olmak zor iş olsa gerek. Ama ben de çok seviyorum bu oyunu.
Hep hayalim olan turuncu-siyah bir kaplumbağa almışım vakt-i zamanında. Ben almadım aslında; aldık. En Sevdiğim Kadın'la beraber almıştık. O da çok severdi vosvosu.

Sabah saatleri. Güzelim gelip kaldırıyor beni. Üzerini giyinmiş bile. Anlıyorum: Yine tren yakalayacaz!
Hemen giyiniyorum. Giyinmem çok uzun sürmez benim. Bir pantolon ve bir tişört. Saçlarıma şöyle bir bakıyorum aynadan. Düzeltiyorum parmaklarımla. Sakalım biraz uzamış gibi. Olsun, severim kirli sakalı. Güzelim'in güzelim saçlarını tarıyorum sonra. Bu arada en sevdiğim ve elbette ki en sevdiğimiz müzikler çalmaya başlamış bile. Çok seviyor müziği o da. Gülümsüyorum, "Babasının kızı!" diyorum içimden. Bir kız evlat ve babasının aynı müziklerden keyif alıyor olması mucize olsa gerek...

Hazırlandık.

Hava biraz soğuk gibi. Ben paltomu alıyorum üstüme. Paltom olduktan sonra kazağa ihtiyaç duymuyorum. Çok üşümem, soğukla aram iyidir. Hem severim sonbaharı. Güzelim de en sevdiği kazağını ve kırmızı paltosunu giyiyor. Başına da el örgüsü bir bere atıyoruz. Ben de şapka giyiyorum. Ve dışarı atıyoruz kendimizi. Eldivenler yüzünden ellerini tam hissetmiyorum ama elimden tutuyor. Ne güzel gülüyor...

Atlıyoruz turuncu-siyah vosvosa. Sevdiğimiz müzikleri çalmaya başlıyor radyomuz hemen. Ve çıkıyoruz yola.
Bu, bizim oyunumuz ve istediğimiz gibi oynayabiliriz!

İlk gördüğümüz tren raylarını takip etmeye başlayacaz ve ilk gördüğümüz treni yakalamaya çalışacaz. Oyun bu kadar ve kuralları biz yazıyoruz.

Gidiyoruz vosvosla birkaç saat. Sonra bir tren görüyoruz. Yol boyunca takip ediyoruz treni. Güzelim el sallıyor, gülüyor, kahkaha atıyor, seviniyor. Bense sadece izliyorum. Çok sevmedim kahkaha atmayı ama onu böyle gülümserken, böyle ağız dolusu gülerken görmek mucize.
Ben mucizelere inanıyorum.

Bir zaman sonra tren rayları ve vosvosun yolu ayrılıyor. Tren gözden yitene kadar izliyoruz. Bir suskunluk çöküyor Güzelim'in üzerine. "Gitti babacım" diyor. "Biliyorum güzelim" diyorum. Aslında giden sadece tren değil; En Sevdiğim Kadın, annesi de gidiyor.

En Sevdiğim Kadın da çok severdi trenleri. Sıkıldığımızda ve artık yapamayacağımızı düşündüğümüzde sırtımıza çantamızı alıyor, içlerine birkaç kitap ve giysi koyuyor ve yollara vuruyorduk kendimizi. En çok trenleri sevdik ve en çok tren yolculuklarında eğlendik ve Güzelim ve ben, en sevdiğim/iz kadını bir tren yolculuğu sonrası kaybettik.
Güzelim de annesine (ve elbette ki babasına) çekmiş olacak ki çok seviyor trenleri.
"Asma suratını" diyorum "istasyon var yakınlarda. Bir tren daha yakalayabiliriz istersen ;)"
Gülüyor, ve kocaman bir "Eveeet!" diyor.
Yola koyuluyoruz...


Bir oyun bu.
Hiç gelmeyecek bir gelecekte dünya güzeli bir kız evlat ile biraz paspal ve biraz siyah-beyaz ve çokça hüzünlü ve çok âşık ve kızını çok seven bir babanın oynadığı çok güzel bir oyun bu.

18 Ağustos 2011 Perşembe

All Alone



-ve okuyun-

Küçüktüm. Küçüklüğümün geçtiği evimizin damına çıkar ve otların üzerine uzanıp gökyüzünü seyreylerdim. Evet, evimizin damında çimenler vardı. Çünkü topraktandı bizim damımız. Hatta kış ve sonbaharlarda üzerini komple naylonlarla kapatırdık. Babam ve anneme yardım ederdik hepimiz. Öyle yapmazsak su damlardı yoksa. Neyse...
Çimenler vardı işte. Yemyeşil. Uzanırdım üzerlerine, özür dileyerek elbette. Biliyorum, onlar da yaşıyolar... Sokaktan çocukların oyun sesleri gelirdi. Ben sadece dinlerdim. Tek katlıydı evimiz. Duyardım her şeylerini. Ben oynamadım aralarında pek. Benim başka işlerim vardı zira. Onlardan biri de dama çıkıp gökyüzünü dinlemekti işte ve sesleri görmek.

Yeşil bir tarla gibiydi damımız (çatı değil, dam) ve toprak kokuyordu.
Yalnızdım; çoğu zaman olduğu gibi...
Aslında yalnız olduğum söylenemez. En nihayetinde yalnızlık da vardır. Ve "Ben yalnızım" diyorsan aslında yalnızlık da seninledir. Hem otlar vardı. Hem gökyüzü, bulutlar vardı. Hem sesler vardı. Hem toprak vardı. Hem yalnızlık vardı.
Yani,
yalnız değildim.

Ben o zamanlar müzik dinlemezdim pek. Ama kulaklarımda hep melodiler vardı. Dudaklarım ve beynim ve ruhum hep melodiler fısıldadı kulaklarıma ve kalbime ve ayaklarıma. Gözlerim duydu hepsini ve ellerim sessizce söyledi kimseler duymasın diye. Ben yalnızlığımı ve hüznümü ve karanlığımı da paylaşmak istemedim.

Ordaydım, yemyeşil otlar arasında, yalnız, uzanmıştım. Bulutlar geçip gidiyordu. Ben hepsine ayrı ayrı selam veriyor ve hepsinden ayrı ayrı selam alırken oyun oynuyordum kendimle: "Aaa! Bak, işte bu kediye benziyor!", "Bu da el gibiymiş, ehm"...
"Bu neye benziyor peki?"
Yine kendim cevap veriyordum: "Kuuuuuuş!"

Ben göçmen kuşlara da benzedim hep. Mevsimler yüzünden değil; ait olmadıkları için. Aslında aitler belki de. Yuvaları var. Ama uçup gidiyorlar işte. Ben de uçup gitmek istedim. Belki bu yüzden "Pikaçuuuu!" diyerek aşağı atlayan o çocukla hiçbir zaman alay edemedim. Gülümedim "Ahahaha salak" diye.
Ben hep uçup gitmek istedim.

Kendimle konuştum, dostlar uydurdum hayali. O yüzden yalnız değilim belki de. Yalnızlığın elini tutup o yemyeşil otlar üzerine uzanan ve bulutlara selam veren bendim. Gördün mü? Görmedim. Bulutlara sor, söylerler.

Ben, orda; küçüklüğümün geçtiği tek katlı evimizin topraktan damında yemyeşil otlar arasına uzanmış bulutları seyrediyor, onlara selam veriyordum. Oyunlar oynuyordum hepsiyle teker teker. Sokaktan çocukların sesleri geliyordu. Hayal meyal duyabiliyordu gözlerim. Rüzgâr vardı sonra. Hafiften ama. Dudaklarım ve beynim ve ruhum melodiler fısıldıyordu kulaklarıma ve kalbime ve ayaklarıma.
O zamanlar bilmiyordum.
Bu şarkıydı işte.
Eminim.


"I'm standing here
Watching the clouds float by
Wondering why the pain never deserted me
The sadness, sorrow, bewilderness that never... left

I'm flying... away
I'm flying... away

Holding hands with myself
Sharing life with myself
Reaping the loneliness I've sown
In these fields I've always grown
Digging blackness from my mind
I will die all alone"

Hepsi bu.

16 Ağustos 2011 Salı

Keşke...



Ahmet Haşim "Merdiven" şiirinde "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak..." diyor. Oysa ben Küçük Prens'in üzerinde durduğu küçük gezegene kendi küçük dünyamdan bir merdiven dayamak, ve koşar bir şekilde bu merdiveni tırmanmak ve pantolonumda güneş rengi hüzün ve huzur kırıntılarıyla Küçük Prens'e ulaşıp sigara içmek istiyorum onunla.

Oturup yemyeşil otlar arasında, sırtımızı güzelim bir ağacın gövdesine dayayıp, gökyüzünü izlemek istiyorum yapraklar arasında. Sonra gece oluyor ve yıldızlar beliriyor. En parlağını ona armağan ediyorum. Zira en güzeline layıktır en güzeller. Gülümsüyor, "Ne güzelmiş..." diyor. "Çünkü sen güzelsin." diyorum. Gülümsüyor. Gülümsüyorum.

Ellerimi saçlarına götürüyorum. Saçlarıyla oynamayı hep seviyorum çünkü. Hoşuna gidiyor onun da; yine gülümsüyor.

Binlerce gülümseyiş ve binlerce huzur ve binlerce sevinç... Başını dizimin üzerine koyuyor ve gözlerini kapatıyor. İzleyeduruyorum ben de uykuya dalışını ve uyumuşluğuna sarılıyorum.

Huzur... Safi huzur... Başka bir şey değil.

Keşke, Küçük Prens, keşke bir merdivenim olsa ve bulunduğun gezegene uzatabilsem o merdiveni ve keşke o merdivenle koşar adım sana gelebilsem ve keşke oturup gökyüzünü seyreylerken sigaralarımızı içebilsek beraber -ya da bir sigarayı paylaşsak, ve keşke uyumuşluğuna sarılabilsem.

Keşke, Küçük Prens, benim olsan; tam yanımda ve yanıbaşımda...

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Lhasa De Sela - Con Toda Palabra

İşte, hayatımın müziklerinden biri...
Lhasa de Sela; yani Lhasa'm...

Müziği çok severim ve sevdiğim birsürü şarkı var elbette. Ama bazı şarkıların ruhu olduğuna inanıyorum ben. Bu özel şarkılar, bir şekilde gelip sizi buluyor ve hayatınızın orta yerine oturuveriyor.
Hayatımın bir soundtrack albümü olsa içinde illa ki "Con Toda Palabra" olurdu...

Âşık olacaksınız...



9 Ağustos 2011 Salı

Zamane Seyyahı Delinin Güncesi: Bir Roman Denemesi vol. 2

Hafızam bana unutkanlık oyunları oynuyor arada. Ben kimim? Ben hiçbir şeyim. Asıl sen nesin? Ben Walt Disney'in çizdiği bir tımarhaneyim; siyah ve beyaz. Renklerimi Şems'in gölgesinde kaybettim. Aramadım sonra hiç. Severim renksizliği. Ama bazen renkleri sevdiğim de oluyor. Turuncuyu severim mesela, maviyi de. Renklerini kaybeden bir gökkuşağı güzel bir roman karakteri olabilir aslında. Ya da kaybolmuş bir bulut... Bir ara yazmaya başlamıştım öyle bir şey. "Bulut Ana ve Kutsal Atlar"dı adı. Roman ismi gibi durmuyor pek, değil mi? Küçük bir bulut var, beyaz. Fırtına bulutları gelince, beyaz bulutlar evlerine çekilmeliler. Yoksa kaybolurlar. Küçük bulut geç kalıyor, eve gidemiyor ve kayboluyor. Annesi ve diğer tüm bulutlar onu aramaya başlıyorlar gökyüzünde. Ama küçük bulut, sırtını dayadığı güzel bir ağacın gölgesinde açıyor gözlerini. "Bulutların sırtı olmaz ki" deme, o artık bir bulut değil; küçük bir çocuk... Karşısında birkaç tane at var. Gülümsüyor gibiler ama değiller de. Bu kadar. Gerisini yazmamıştım. Bu özet gibi bir şey elbette. Yoksa bu kadar kısa yazıp bırakacak değilim. Aslında üşengeç bile sayılırım. Üşengecimdir. Hep değil ama. Bir Oblomov değilim tabii ki. Oblomov olmak zor iş bence. Kolay değil öyle göründüğü gibi. Özenmek yersiz bu yüzden. Öykünebilirsin ama. Bunda bir sorun yok. Ama kimse Oblomov olamaz. Denemek boşa. Ama denemli insan. Elinden gelenin en iyisini yapmalı. Direnmeli. Her şeye! Her zorluğa! Ve her kolaya! Tabii kime göre kolay, neye göre kolay?; kime göre zor, neye göre zor; kime göre kötü, çirkin, neye göre kötü, çirkin? Ben çirkinlikleri, kötülükleri, pislikleri de severim. "Normal" olmayan şeyler daha güzel gelir bana. Ama mesela, üzerine oturmadan önce özür dilediğim (çünkü onlar da canlı ve yaşıyorlar ve hissediyorlar) otlar, çimenler herkes için güzeldir. Yollar güzeldir. Müzikler güzeldir. Öpüşler güzeldir. Kokular güzeldir. En önemlisi de: Sen güzelsin…

2 Ağustos 2011 Salı

Zamane Seyyahı Delinin Güncesi: Bir Roman Denemesi vol. 1

Her şey güzel ve her şey bomboktan aslında. Birilerinin gelip bizleri bulması gerekiyor. Kayıp Çocuklar Kenti burası. Camiyi geçince hemen solda kalıyor. Kime sorsan gösterir, ama görmez. Ne garip, değil mi? Görünmeyen perdelerle kaplanmış durumdayız. Ağlamıyoruz, merak etme. İyi miyiz? Değiliz elbette. Ama idare ederiz. Mutlu muyuz? Mutlu ne demek ki?.. Duymadım ben hiç bu kelimeyi. Üzülme. Üzülmüyorum. Ben üzülmem. Bu halimle iyiyim. Kayıp Çocuklar Kenti'nde, sırtımı dayadığım güzel bir ağacın gölgesinde oturmuş kulağıma melodiler fısıldıyor ruhum. Çömelmiş yanı başıma. Gülümsüyor. Hafiften rüzgâr var. Saçları uçuşuyor. Gülümsüyorum. Mutluluk değil mi bu? Değil bence. Huzur aslında. Huzur… Tam beş kelime ve iki hece. Dilimde bir yara. Yemek yiyemiyorum bu yüzden. Zayıfladım belki biraz. Rüzgârı severim. Ama biraz daha güçlü olsa, kuvvetine ve gücüne ve hırsına ve azametine kapılıverir uçardım sanırım. Gitmeleri severim ben. Biryere ait hissetmedim hiç. Göçmen kuşlar gibi belki de. "Nerelisin?" diye sorunlara "Yollar memleketim" diyorum. Durup bakıyorlar. Anlam veremiyorlar çok. Kestirip atıyorlar. Oysa gerçek bu: Ben yollara âşığım. Yol kenarında gördüğüm o heybetli çınar ağacına, içtiğim sigaraya ve sigara dumanına, yoldayken dinlediğim her melodiye ve gökyüzüne ve bulutlara ve yanımızdan pır diye geçip giden kuşlara ve karanlığa ve… ve dünya bir masaldır. Ve ben Walt Disney’in çizdiği bir tımarhaneyim. Siyah ve beyaz. Tüylü kanatlarımla uçuyorum sonsuz bir uyuyamamanın vadilerinde. Aşağıda her şey küçücük görünüyor. Karıncalar geliyor aklıma. Telaş içindeler. Koşturup duruyorlar. Arada farklı yönlerden gelen iki karınca kafa kafaya verip bir şeyler konuşuyor. Anlamıyorum ben. Belki de "Hey, selam!" diyordur biri. Diğeri de "Heeey! Nasılsın?" diye cevap veriyordur. Bilmiyorum, ama hayal edebilirim -ki bu çok güzel. Çok çalışkan bu karıncalar. Küçükler ama çalışkanlar. Hikâyelerde hep öyle anlatılırdı, değil mi? Gerçekten öyle mi acaba? Sorsam, "Aslında çalışkan mısınız?" desem, anlarlar mı? Belki. Anlamazlar belki de. Konuştum çünkü daha önce. Karınca değillerdi ama. Tam olarak ne olduklarını bilmiyorum. Görüyorum onları. Tavanda, duvarda, gökyüzünde, gözlerimde... 1 ya da 2 tane var. Çok değiller. Küçükler ve siyahlar. Belki de karıncadırlar. Sormadım ne olduklarını. Sadece konuşmaya çalıştım. Cevap vermediler. Çok ilgili değiller benimle belki de. İlgilerini çekmek için ne yapmam gerekiyor? Şarkı söylesem? Ama sesim iyi değildir ki. Hmm… Zor iş. Neyse. Ne diyordum? Hikâyelerde çalışkandır karıncalar hep. Ninem anlatırdı bize hikâyeler. "Mormorike" vardı mesela. Ninemin dizine toplanırdık biz çocuklar ve o bize hikâyeler anlatırdı, oyunlar oynatırdı. Güzeldi. Ama hikâyenin sadece adı kalmış aklımda. Hafızam bana unutkanlık oyunları oynuyor arada...